20 Aralık 2011 Salı

Bir Öğrencinin Dramı

Evet yemek yemek güzeldir, mutluluk verir ancak yemekten bahsediyor olmamız, sürekli güzel şeylerden bahsedecek olmamız anlamına gelmez. Yemek konusundaki bir büyük sıkıntımı- ki bence çoğu kişi de aynı sıkıntıyı yaşıyor- burada paylaşmak isterim.
‘’So Cafe’’
Öğrencisi olduğum Bilgi Üniversitesi’nin ‘’ öğrenci’ye’’ hitap eden tek yemek yeri olarak nitelendirilen So Cafe. Avucumun yarısı büyüklüğündeki salatanın 4 liraya satıldığı, etli yemek fiyatlarının tabağının 12 liraya kadar çıktığı bir yemek yeri kendisi. Verdiğimiz parayı haketse, içimiz biraz daha rahat edecek belki ancak çok özür dileyerek söylüyorum ki yemeklerin içinden kıl, tüy gibi şeylerin çıkması bir yana, hocalarımızdan birinin yemeğinin içinden yağ kapağı çıkmış olması da konuşulanlar arasında. Üstelik bunun efsane olmadığı birinci ağızdan dinlemiş olmam sebebiyle de kanıtlanabilir.
 Yemeklerin yağlı, çorbaların su gibi, tavuklu olan şeylerin tavuk göğsü yerine deriyle yapıldığı bir okul kantinine sahibiz. Bir kase çorba, ana yemek ve pilava 7.75 TL ödüyoruz. Diğer okulları düşündükçe insan ne diyeceğini bilemiyor. 1.25 TL’den 1.5 TL’ye çıkınca kıyametleri koparan okullar varken bizde daha çok lattesi yağsız süte olmadığı için cıngar çıkarıyor insanlar. Öğrenci olduğumuz unutuluyor. Ben her ne kadar herhangi bir ücret ödüyor olmasam da bu okula, ödeyen insanların her zaman bu parayı verebileceklerine inanıyorlar. Sistemin açığından faydalanıp  sömürebilecekleri kadar sömürüyorlar.
Okuldaki diğer yemek yerlerine ise henüz cesaret edip giremedim bile ama duyduklarıma göre yeni açılan ‘’Şütti’’de bir el büyüklüğünde bile olmayan sandviçler yaklaşık 8 liraya satılıyormuş. Parasını geçtim artık onu bile verebilecek duruma geldim. Yeter ki ağzımızın tadıyla bir yemek yiyelim.
Bir ara evden getirmeye kalktım ancak 2 saatlik yolda çantada taşınmıyo yemekler, taşınsa bile açıldığında kendinden geçmiş oluyor çoğu zaman. O yüzden, bu yöntem de işe yaramadı üstelik bir arkadaşımın da söylediği gibi ‘’İndirim kuponuyla alışverişe gitmenin beleşçilik olarak görüldüğü’’ bir toplumda, evden yemek getirmenin nasıl karşılandığını varın siz düşünün.
Aslına bakarsanız bu konuda sayfalarca yazabilirim. Sinirim söylediğim 3-5 cümleyle sınırlı değil ancak ‘’Söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil’’ J . Bu sebeple en azından biraz olsun içimi dökmek istedim. Umarım canınızı sıkmamışımdır.
Afiyetle kalın…

16 Aralık 2011 Cuma

Balık tezgaha indi

Bu aralar nedense balık konusuna takmış durumdayım. Gittim bi kaç yerden hangi mevsimde hangi balık yenileceğine, hangi balığa hangi sebzenin iyi gittiğine falan baktım geçenlerde. Sonra bloglamaya karar verdim bunları. Derken ortaya bu post çıktı (:  Umarım keyifle okursunuz…

Öncelikle Barbunya var listelerde. Yazılanlara göre en çok Ege ve Akdeniz’de bulunuyormuş bu balık. Şu sıralar yemek için pek uygun değil aslında çünkü en lezzetli zamanı Temmuz ile Ekim ayları arası. Alıp geldiniz ama nasıl pişirsem diye düşünüyorsanız da yazılanlara göre tavası, ızgarası ve kebabı çok güzel olurmuş bu balığın.

Çipuraya bakacak olursak, hepimizin bildiği gibi neredeyse her an her yerde bulabiliyoruz bu nimeti (: Benim çok sevdiğim balıklardandır kendisi. Mevsimsel bir sınırlaması da yok denebilir.Bana kalırsa en güzel ızgarası ve fırını oluyor ancak buğulaması ve çorbasını yapanlar da var tabi.

Karadenizlilerin simgesel balığı Hamsiye baktığımızda ise, aylara göre değişse de çoğunlukla her mevsimde bulunabilir.  En çok yemek çeşidi de bu balıktan çıkar sanırsam; ızgarası, tavası, fırını, kağıt kebabı, buğulaması, pilakisi ve yahnisi yapılır. Bunun dışında tam bir protein kaynağı olduğunu eklemeden de geçemeyeceğim tabi J

Canınız Lüfer veya Palamut çekiyorsa şu günlere, alıp pişirmenin tam zamanı. Eylül ortasından Ocak sonuna kadar Lüfer en yağlı ve en lezzetli dönemini yaşar.  Palamutu ise Şubat oralarına kadar bulabilmeniz mümkün. En güzeli de ızgarasını yapınca olur benden söylemesi (:

Diyelim balığı alıp geldiniz eve ama sebzeli, baharatlı pişirmek istiyorsunuz. Öyle her balıkla her sebze olmuyormuş tabi. İşte size güzel bir liste, balık pişirirken aklınızın bir kenarına koyun derim J

Fesleğen: Kabuklu deniz ürünlerinde yapılan yemeklerde kullanılabilir.

Defne Yaprağı: Balık buğulamalarında, haşlamalarda, balık şişte güzel gider (dil balığıyla tavsiye ederim;)

Zencefil*: Şark usulü bütün balık yemeklerinde, kavurmalarda, ıstakozda, sos yapımında, midyede <3

Hardal:Toz halinde güveçlerde, yapılmış olan yengeçle.

Nane: Balık ızgaralarda, balık çorbasında, karides tavada.

Maydanoz: Balık yanında sunulan tereyağında, soslarda(özellikle limon sosunda), dolmalarda

Karabiber: Tüm deniz ürünü yemeklerinde tatlandırmak için kullanılabilir

Kırmızı biber: Buğulama ve haşlamalarda, çorbalarda

Adaçayı: Dolma ve güveçlerde

Sarımsak: Buğulamalarda, soslarda, kavurmalarda, çorbalarda, zeytinyağlı soslarda güzel bir tat katar

Ceviz: Tarator ve benzeri soslarda.

İşte böyle sevgili okuyucularım. Umarım balık yemek istediğinizde ilk aklınıza gelecek olan yazılardan biri olmuştur.

Afiyetle kalın...



It's five o'clock somewhere


Normalde poşet meyveli çayları sevmem. Her defasında heves edip alırım, o kutular, misafire çeşit olsun diye oraya konmaktan başka çıkmaz dolaptan. Ancak son zamanlarda Doğadan’ın bir meyveli çayına takılmış durumdayım; Limonlu-zencefilli. J
Zaten her şeye limon sıkan, şekerlenmiş kurutulmuş zencefil alıp, oturup yiyen ben için oldukça uygun bir ikili olmuş bu çeşit. Tadı da ayrı güzel ancak ben fincanıma farklı iki üç şey daha katarak hem oldukça lezzetli, hem de yararlı olmasını sağlıyorum. Onları da birazdan paylaşacağım (:
Zamanında Starbucks’ta çalışmış olduğum ve kahve uzmanlığı sınavlarından geçer not aldığım için az çok bir kahve bilgim var. Kokuları, hangi yiyecekle eşleşecekleri, yoğunlukları derken, iyiden iyiye kahveye bağımlı oldum denebilir.  Hem böyle şeyleri bildikçe, evde üçü bir arada içmek yerine kokusu eve dağılan yoğun bir kahve içmeyi daha çok tercih ediyorsunuz. Ben de bu sebeple zamanında eve bir French Press almıştım. Önceleri bunu yalnızca kahve içmek için kullanırken şimdilerde daha farklı şeyler için kullanabileceğimi de fark ettim. Limonlu-zencefilli çayımı da bu sayede iyice lezzetli bir hale getirdim denebilir.  Önce kettle’da suyu ısıtıyorum. Sonra kurutulup şekerlenmiş zencefili(aktarlarda satılıyor) elimde ufak ufak parçalayıp french press’e atıyorum. Sonra çubuk tarçınları gücümün yettiği kadar parçalayıp iki üç parça da ondan atıyorum. Ufak bir kaç dilim limonu da doğrayıp içine koyuyorum ve poşet çayın poşetini yırtıp içindekileri de aynen boşaltıyorum. Üstüne kaynar suyu ekleyip yaklaşık bi beş dakika bekliyorum, bu sırada kullanacağım fincana da beyaz şeker koymak yerine; bir çay kaşığı bal ekliyorum. Çay demlendiğinde de french pressin üstüne bastırıyorum ve fincanıma boşaltıyorum.
Artık burnunuza gelen tarçının kokusuyla mı yoksa dilinizi kamaştıran zencefil ve limonla mı sarhoş olursunuz onu bilemem ancak tavsiyem bir Pazar günü en yakın arkadaşınızı davet edip, İngilizlerin 5 çayı geleneğini, bu limonlu ballı çayla gerçekleştirmeniz.
Emin olun pişman olmayacaksınız…
Afiyet olsun…

Kokusunda davet var.

Şimdilerde okula giderken yolumu değiştirdim. Kadıköy’den Eminönü’ne geçip, oradan otobüsle gidiyorum. E bu güzergahı düşündüğümüzde Balık-ekmek ritüelinin gözden kaçması imkansız. Özellikle Eminönü’nde, işi görsellikle birleştiren işletmeciler, turistlerin uğrak yeri olmuş. Kadıköyse bu alana daha yeni giren emekleyen bir bebek olarak nitelendirilebilir bana kalırsa. Çünkü balık-ekmekçiler az, görsel bir davet söz konusu değil, yapılan yerlerse size pek ügven vaad etmeyen civarlar.  Ama Nescafe’nin mottosu olan ‘Kokusunda davet var’’ cümlesi , Eminönü’ndeki balık ekmekçilere daha çok uyuyor gibi. Bir reklamcı olarak da tüketiciyi en çok ve çabuk etkileyen duyunun koklamak olduğunu söylemem gerekirse, balık-ekmekçilerin bunu mis gibi bedava gerçekleştiriyor olması da ilginç bir olay tabi J
                Tadını, kokusunu geçtim ama ‘’Balık-ekmek’’ biraz da İstanbul’da bir simge gibi. Başlarda daha çok alt kesime hitap eden, zamanla orta sınıfı da içine alan, kenardan köşeden marjinalleri ve Bohem’leri de bünyesine katıp, bu kitleyi kendine bağlamış bir simge diyebiliriz aslında.
                Ne denirse densin, şimdilerde popüler olan ‘’inovasyon’’ kelimesini, balık-ekmekçiler bile kendilerine göre yorumlamaya başladılar bu sıralarda. Bana kalırsa bu olayın asıl balığı olan palamudu,  yalnız bırakıp çeşit çeşit balıklarla yapmaya başladı işletmeciler bu işi.  Benden bu duruma eksi puan ancak sevenler vardır elbet. Ne diyelim, herkesin damak zevki farklı…
                İstanbul’da yaşamanın, hele de tam göbeğinde okuyup/çalışmanın zorluğunu ve stresini bilen insanlar, biraz olsun farklı bir rahatlık duymak, asimile olmuş hallerini biraz unutmak, özlerine dönmenin itiraf edilmez huzurunu yaşamak veya belki de yalnızca kabaran iştahlarını yatıştırmak için gider oldu bu balık ekmekçilere. Hem kimbilir ne anılar birikmiştir o sallanan teknelerin altındaki yemyeşil yosun birikintisinde…

9 Kasım 2011 Çarşamba

Food Photography

     Bu postumda sizinle, birçoğu özel ödüllere layık görülmüş yemek fotoğraflarını paylaşacağım. Ayrı bir dal olarak ''Yemek fotoğrafçılığı'' yemeği yapmak ve onu yemek kadar haz veren bir şey olsa gerek. Elimdeki onlarca fotoğraftan zar zor ayıklayarak seçtiklerim umarım sizi de mutlu eder.

 Afiyetle kalın


                                       

















5 Kasım 2011 Cumartesi

MSA, birlikte çok güzel işler çıkarabiliriz tatlım, aklında olsun

      Eğer ki üniversiteyi kazanamasaydım muhtemelen bir aşçılık okuluna gitmek isteyecektim, diğer türlü bizimkileri ikna etmem mümkün olmayacaktı çünkü. Ama her şeye rağmen,, aklımda hep bir MSA hayali vardır. Belki mezun olunca gerçekleşir, belki yaşlandığımda belki de sadece bir hayal olarak kalır benim için, bilmiyorum. Ama yine de bu okul hakkında az da olsa konuşmayı seviyorum.
   
    Mutfak Sanatları Akademisi, Türkiye'nin ilk ve tek uluslararası diplomalı profesyonel aşçılık okulu. 2009'da City&Guilds tarafından Avrupa'daki en iyi iki aşçılık okulundan birisi olarak gösterilen MSA'nın eğitimleri, dört ay profesyonel eğitim mutfaklarında uygulamalı eğitim ve dört ay da İstanbul'un en iyi beş yıldızlı otel ve restoranlarından birinde staj olmak üzere toplam 8 ayda tamamlanıyor. Mezun olduktan sonra dünyaca ünlü işletmeler tarafından aranan birer şef haline gelebileceğinizi taahhüt eden MSA'da, profesyonel eğitimler aşağıdaki başlıklar altında toplanıyor;


 
    Profesyonel mesleki eğitimler haricinde MSA'da mutfak meraklıları için özenle hazırlanan günlük workshoplar da bulunuyor. Bu workshoplar fiyatları 90 ile 200 arasında değişen, yaklaşık 3-4 saatlik sıkıştırılmış programlar olarak da adlandırılabilinir tabii. Genel olarak aşağıdaki başlıklar altında toplanan bu workshoplar, en azından bir MSA deneyimi edinmek için tercih edilebilir bence.
. İtalyan Mutfağı
.Uzakdoğu Mutfağı
.Tapas
.Etler ve Pişirme Teknikleri
.El Yapımı Çikolatalar.

Sektöre yaptığı katkıların yanı sıra, bu konuya ilgi duyanların da benzersiz bir eğitim alabilecekleri bu okul, çok da uzağımızda sayılmaz aslında, hepimizin iyi kötü kıyısından köşesinden geçtiği, iş hayatının merkezi Maslak'ta. İster profesyonel bir eğitim için olsun, isterseniz günlük workshoplar için, umarım bir gün uğramaya fırsat bulursunuz.

Afiyetle kalın..

25 Ekim 2011 Salı

You cannot make yoghourt without using yoghourt

My dear friends, after a long break, we are together again. As you know,  I am usually trying to write about the things which are really important for me in that time. In this entry, abandonadly, I am going to write about a Turkish traditional side dish which name is ‘’Cacık’’.
Firstly,let’s look up at ‘’Cacık’’ as we know basically. We can say that ‘’Cacık’’ is normally contains of yoghourt, cucumber and olive oil. Yoghourt which is explored by chance, is already ‘’Turkish’’ food and consumes with it’s own name in most of country. And the ‘’Cacık’’ is made by watered yoghurt. Our sweety Greek friends who are make a habit of being a part of our traditional foods, even if the yoghourt seems as a Turkish food, they  want to share Cacik and see it as a common traditional food in Greece and Turkey.
Another specities of ‘’Cacık’’ is, somnific like the other products of yoghourt. It means that when you consume any of these kinds of products, you are feeling sleepy. The reason of that is, yoghourt is include lactic acid. And lactic acid makes you a sleepy.
There are too many recipes in internet and the recipes books  which are made with marrow, parsley, dill, garlic, carrot and ect. And if you make your ‘’Cacık’’ with carrot and lettuce instead of cucumber, It named as a ‘’Kış Cacığı’’ (Winter Yoghourt )
And by the way, ıt known in Europian as Zaziki*
As we can see, even though Cacık hasn’t got a really important cultural background, ıt becomes a really important part of our table like salad.
You can use it as a side dish in your traditional raki table or you can put on your dinner table instead of salad. It doesn’t matter.
 I think the point is ‘’Did you fall in love with food?’’
*Güzin Yalın, Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan yeme içme öyküleri

31 Mayıs 2011 Salı

''Bir akşam şarabın ruhu şişelerde şarkı söylüyordu.'' C. Baudelaire

   Tanrı, “cennette şarap içeceksin” der;
Aynı tanrı nasıl şarabı haram eder?
Hamza bir Arab’ın devesini öldürmüş:
Şarabı yalnız ona haram etmiş peygamber


Ömer Hayyam

 Şarap da tıpkı rakı gibi kişilikli bir içkidir bakıldığında. Dişiye yakıştırılır. Asalet ve zerafeti temsil eder. Onlarca kişi şarabı bir günlük tüketim içeceği haline getirmiştir. Tabi bu durumun sebepleri arasında yalnızca tadı ve insana verdiği zevk yoktur. Şarap yalnızca insan ruhuna hitap etmekle kalmaz, ayrıca vücudumuza da sayısız yararı vardır.
 
     İlkçağ'da Dionysos ya da Bacchus gibi şarap tanrıları insanı mahvedebilen ya da zirveye çıkarabilen güçler olarak görülüyorlardı. Bundan yola çıkarak şarabın toplum üzerinde de ne kadar etkili bir güç olduğunu tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.  Bu mitlerin ardından şarap, Hristiyanlıkla birlikte Tanrı ile birleşme aracı durumuna gelmiş ve bu araç Ortaçağ boyunca tüccarların sürekli gelişen bir kalitenin aracıları oldukları dönemde Batı Avrupa'ya yayılmıştır.

    Şarap yalnızca sofralarda kadehin içinde eşlik etmez bize. Mutfaklarda da yemeklerimize lezzet katmaktan geri kalmaz. Şaraplı mutfak da Fransız bağcılık ve şarapçılık bölgelerinin mutfak kimliğini oluşturur bu sayede. Ve şarap kullanımı burjuva mutfağının bir belirtisi olarak görülür. Örneğin;

*Bourquignon şaraplı salçalı yumurtası buraya büyük bir şöhret getirmiştir.

    Yemeklerin yanı sıra likör tadındaki şaraplar da birçok tatlının içeriğinde yer alır.

*Marsala şarabı ve yumurta sarısı katılarak yapılan zabaionesi gibi

Şişede Şarap
 
     Şarap ilk ortaya çıktığı günden beri şişede muhafaza edilmiyordu tabi ki. Şarabı korumak, tarih içinde şarabın lezzetini geliştirmek için kullanılan bir araçtı. Pişmiş topraktan yapılmış antik anfora ve ağaç fıçıdan günümüzün mantar tıpalı şişelerine kadar.

    Yemek masalarında ilk şişelerin görülmesi de 16. y.y.'ın sonlarına doğru rastlar ve şarabıyla ünlü Bourdeaux'nün özel şişeleri ancak 19. y.y.'da kendi çizgisini kazanır.

*Porto şişesinin 18. yy'da aldığı biçim şarabın korunmasında daha işlevsel kabul edilir.

 Biraz da şaraba özgü birkaç terimden bahsedelim:    

Buke: Olgun şarapların yıllanmaktan gelen kokularını anlatan terim.

Degütasyon: Bir şarabın, özelliklerini değerlendirmek için tadılması

Dömi-sek: Hafif tatlı şarap

Karaf: Şarap sürahisi

Kupaj: Farklı özellikte üzümlerden yapılan şarapların harmanlanması

Önoloji: Şarapla ilgilenen bilim dalı

Sepaj: Şarabın yapımında kullanılan üzüm çeşidini anlatan terim

Hangi yemekle hangi şarap?
   Hepimizin temel olarak bildiği beyaz ete beyaz kırmızı ete kırmızı şarap eşleştirmesi çok da yanlış sayılmaz aslında. Özellikle beyaz şaraplar(sek) balıkları ve deniz ürünlerini tatlandırıp lezzete bağlı bir asit tadı verirler.

 
    Şarabın dahil olmadığı pek bir yer de kalmamış bakıldığında.
Ortaçağ'da reçel hazırlama yöntemlerine kadar girmiş. Şarap şekerlemesi; beyaz, kırmızı ya da roze şaraplarla birlikte bazen içine kekik, limon, yeşil biber, incir gibi maddeler katılarak hazırlanırmış.

En Çok Kim İçiyor?
   Dünya geneline baktığımızda kişi başına düşen yıllık şarap tüketimi 7 litreyi geçmiyor. Ancak İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya gibi ülkelerde bu sayı 30 litrenin de üstüne çıkıyor.
Fransa ise kişi başına 61.09 litre ile tüketim oranı en yüksek 10 ülke arasında üst sıralarda.

Söyleyeceklerim bu kadar dostlarım. Aslında mutfaktan edebiyata, dinden sağlığa kadar birçok alanda sözü edilen bu içki bundan kat be kat ayrıntılı işlenmeyi hak ediyordur tabi ki. Ancak ben yine de bu konu hakkında az çok bir şeyler söylemek istedim. Umarım bir şeyler katabilmişimdir bildiklerinize.

Afiyetle Kalın
                                                 











4 Mayıs 2011 Çarşamba

Super Size Me

          Türkçe'ye ''Şişir beni'' olarak çevrilen bu film, aslında bir belgesel niteliğinde. Fast food'un sağlığımız için en büyük problemlerden biri haline geldiği şu son zamanlarda, hem bilinçlendirici hem eğlendirici hem de iğrendirici bir film. Hayır, size nasıl piştiklerini anlatan efsanevi hikayeler sunmuyorlar. Morgan Spurlock isimli bir adam 30 gün boyunca yalnızca Mc Donalds menüleriyle besleniyor. En büyük kural ise hiçbir büyük boy önerisini geri çevirmemesi (super size). Ve bu süreç içerisinde yiyeceklerin vücuduna olan etkisini size adım adım gösteriyor.

         30 günde 13 kilo alan Spurlock, karaciğerin iflasa yaklaşmasından, yağ oranının kritikleşmesine kadar her adımı sizinle paylaşıyor. Ölçümleri ve kontrolleri uzman doktorlar tarafından yapılıyor ve bu doktorlar periyodik olarak sizi değişimler ve yediklerinin etkisi konusunda bilgilendiriyor. Özellikle çocukların olumsuz bir şekilde etkilendiğini savunan filmin anavatanı ise obezitenin en büyük problemlerden biri haline geldiği Amerika (!).

Amerika'da sigaradan sonra en büyük 2. ölüm sebebi olarak gösterilen fast food yiyecekler için, her gün 4 Amerikalıdan biri bu restoranları ziyaret ediyor.

2004 yılında yayımlanan bu filmin ayrıca, Kuzey Amerika'nın en çok hasılat elde eden 3. belgesel filmi olduğunu da eklemeliyiz.

Demem o ki, başta yalnızca kilo vermek için kesmiş olduğum fast food'u mümkün olduğunca hayatımdan çıkarmaya karar vermemi sağlayacak kadar başarılı bir belgesel olmuş kanımca.
Yani asıl amacına ulaşmış görünüyor.

İzleyin, izlettirin derim ben.
İyi seyirler

27 Nisan 2011 Çarşamba

Dondurmam Kaymak

                                   Dondurma konusunda kendimden geçmiş durumdayım dostlarım.

 Rüyamda bile, çocuğun birinin boğazına bıçak dayayıp, ''Bana dondurma almazsan boğazını keserim'' dediğimi biliyorum son zamanlarda. Bunda diyette olmamın ve yiyeceğim en az kalorili tatlının dondurma olmasının payı da yadsınamaz tabii.

Peki, hepsinde olduğu gibi ben yine bu şeyin nereden nasıl geldiğini merak ettim.
 Temel olarak sıcak yaz günlerinde soğuk bir şeyler yiyip içme isteğiyle birlikte insanlarımız, bulundukları kentin yüksek dağlarında her daim var olan temiz karları yemesiyle başlamış canım dondurmamın serüveni. Sonradan bu karların üzerine pekmez, reçel şeker dökerek yemeye başlamışlar ve günümüz dondurmasına ilk adım da böylece atılmış.


Yine Çinliler
Evet dostlarım, her haltı yapan Çinli dostlarımız, bundan da geri kalmayarak, bildiğimiz ilk dondurmayı üretmişler. Dondurma konusunda, Çin'den Avrupa'ya uzanan yolun, Arap yarımadası üzerinden Sicilya'ya gittiğini ve İtalya'nın dondurma geleneğini Marco Polo'ya değil, buzlu şerbetlerini bu ülkeye getiren Araplara borçlu olduğunu iddia edenler var. Ancak temelde Marco Polo'nun bu görevi, başarıyla yerini getirdiğini söylemek mümkün.

Ardından Floransalı bir asilzade olan ( Catherine de Medici) Fransa Kralı II Henri ile evlendiğinde, kendi damak tadını aşçıları sayesinde ilk olarak Fransa'ya taşımış, oradan da bütün dünyaya yayılmasını sağlamış.

İyi ki de sağlamış canım Ketrin <3
Sen olmasaydın ben ne yapardım .

Laf Salatası

Selamlar efendim,
 Diyette olmam sebebiyle bu postum şu sıralar beni en çok ilgilendiren bir tat ile alakalı olacaktır.
Salatalar
Öncelikle nereden geldiği, ilk kimlerin yaptığı konusunda bir şeyler söylemek isterim. Bu konuda baya bir kitap karıştırdım ve sonuç olarak genelde 2 söylentinin olduğunu gördüm. İlk salatanın Fransa'da mı yoksa İtalya'da yapıldığı konusunda henüz kesin bir sonuca varılamamış. Ama çelişki olmayan bir şey var ki o da salatanın isminin nereden geldiği. İlk salatalar basit malzemeler ve bol tuzla yapıldığı için Latince tuzlanmış anlamına gelen ''Salad'' ismi uygun görülmüş bizim diyet listelerinin şahına. Yine o hepimizin bildiği ve ve Jül Sezar'la bir alakası vardır herhalde   diye düşündüğümüz ''Sezar Salata'' da aslında zannettiğimiz gibi değil. Ceaser Cardini isimli Meksikalı bir restoran sahibinin artık malzemeleri değerlendirmek için ortaya çıkardığı bir çeşit. Ya da bizim ''İtalyan Salatası'' dediğimiz, mayonezli salamlı salatadan sevgili İtalyanların haberi ile yok. Ve yine İtalyan çıkışlı bildiğimiz ''Makarna Salatası'' da aslında Amerikalıların bir icadı.
Salatayı salata yapan bir başka şeyse bana kalırsa nar ekşisi. Biberona falan koyup verin, içeyim, öyle seviyorum. Yok tamam abarttım ama çok güzel yani. Şu diyet zamanı salatayı yenilebilir kılan nadide soslardan diyebiliriz.Aslına bakarsak biz Türklerin limon yağ tuz üçlemesine benim hiç sevmediğim -dürüst olucam nefret ettiğim- sirkeyi de eklemek mümkün. Ve bu konuda da Fransız kardeşlerimizin bir sözü geliyor hemen aklıma ''Zeytinyağını cömert, sirkeyi cimri, tuzunu da bilge biri koymalı salatanın''
( Ee limon nerede diye çok düşündüm dostlarım zamanında, yormayın kendinizi)
Salatanın ana malzemesinden bahsedelim biraz da. Kıvırcık, marul, göbek salata en yaygın olanları ülkemizde. Bir de şu son zamanlarda popülerleşen ''Lolorosso'' var tabi.

Bizim dilimize göbek salata olarak geçmiş olan , Kaliforniya kökenli bu salatanın asıl ismi ise Iceberg.

Bir de roka var- ki ben hiç sevmem- onu da coğrafya sebebiyle Türkiye, Yunanistan ve İtalya dışında pek bilen yok.


Aslına bakarsak evrensel yemek mitolojisinde salata ''dişi'' sayılır. Rengi beyazın ve yeşilin karışımı- özde- taze, dantelimsi, kibar ve nazik. Kırmızı yerine beyaz şarabı çağrıştırır.

Salataya eklenebilecek alternatif bir çok şey vardır aslında. Yanında sunduğunuz yemeğe göre sarımsak eklenebilir ve bu gerçekten salatanın bir yardımcı yemek olmaktan çıkmasını sağlayabilir. Ya da maydonoz ve dereotu da salatayı şenlendirebilecek güzel bir seçim olabilir.


Bir de ''Her boka maydonoz olmak'' diye bir deyim vardır ki , bizim her yemeği süslemek için kullandığımız yegane bitki maydonozun, sosyal yaşamdaki karşılığı daha net verilemezdi kanımca.

Annem her akşam yemekte ''Kızım salata da ye'' derdi ben küçükken ve salatanın en lezzetli yerinin sonda kalan o bütün tatların yağ, limon ve tuzla birleştiği yer olduğunu iddia ederdi. Evet kabul etmeliyim ki gerçekten de sonu en güzel yeri oluyor hep salatanın, tabii ki suyunu doğru düzgün süzdüyseniz sebzelerinizin ve dipte kalan sadece sos ve sebzelerinizin tadı olduysa.
Annem artık ''Kızım salataya da uzan'' demiyor. Mutasyona uğradık. Artık ''Kızım bir tek salatayla olmaz, şu kurufasülyeden de al azcık'' diyor.
Bense salata yedikçe hambuger ve patates kızartmalarını lapur lupur götürdüğüm günleri yad ederek ''Ne zorun vardı o kadar yiyecek? '' diye kendi kendime sayıklayıp duruyorum.

Saygılar efendim

3 Nisan 2011 Pazar

Çikolata üzerine

        Çikolata sarılmak gibidir benim gözümde, en ihtiyacın olduğunda nasıl alır içindeki endişeyi korkuyu içten bir sarılma, çikolata da öyle etkili işte . Hangimizin aklına gelmez ki en moralimizin bozuk olduğu zamanda alıp Nutella kavanozunu, en depresif şarkıyla yatağa gömülmek. En can dostun o an telefonda seni teselli etmeye çalışan arkadaşın değil de çikolata olur bi anda. Yargılamaz seni, sadece mutlu etmeye odaklanır. Sormaz sen hüngür hüngür ağlarken ''Nooldu, hadi anlatsana'' diye. Kavanoza sarılıp uyumak istediğin bile olabilir...


Sarılmaksa bir insana verilebilecek en güzel hediyedir benim gözümde, içten  olduğu sürece...

Bu yüzden bu aralar sık sık sarılıyorum sevdiklerime, çünkü bir insana beden dilinizle, onu ne kadar sevdiğinizi belli edebilecek başka bir şey olduğuna inanmıyorum henüz.


Sevgiler

27 Ocak 2011 Perşembe

Ayşe Tüter'e Saygılarımla (:

Merhabalar efendim,
   Bu sefer ki yazımda yemekle ilgili yararlanabileceğiniz ne gibi kaynaklar var, nereye giderseniz ne öğrenirsin? Bunlardan bahsedeceğim. D&R'a gidip elinde Ayşe Tüter'in dergisiyle çıkmak istemeyenlerin nerelere bakması gerektiği konusunda biraz olsun bir şeyler söyleyeceğim (:
Öncelikle bloglardan bahsedelim. Benim özellikle çok severek takip ettiğim ve dünya çapında da oldukça bilinen, büyük başarılar elde etmiş bir blog hakkında bi kaç şey söylemek isterim. http://cafefernando.com Yalnızca yemek tariflerini bulmadığınız, yazılarını muhteşem görsellerle süsleyen, tarifini verdiği yemek hakkında sizinle güzel güzel sohbet eden ve dünyadan da yemekle alakalı haberlerden sizi mahrum bırakmayan oldukça başarılı bir blog. The Times gazetesinde dünyanın en iyi 50 yemek blogu arasına girmiş, 2008'de Altın Örümcek En İyi Blog Ödüllerinde 1.'liği kapmıştır. En son olarak da Saveur dergisinde ''Yılın En İyi Yemek Odaklı Seyahat Blogu'' seçilmiştir. Bu kadar ödül bu kadar başarı da boşu boşuna değil emin olabilirsiniz. Bir göz atarsanız bu kadar övmemin yersiz olmadığını siz de farkedeceksiniz. Özellikle Devil's food Cake yazısına bakmanızı şiddetle tavsiye ederim (:
İkinci olarak http://facefoodbento.blogspot.com/'dan biraz bahsetmek isterim. Bu blogda en çok ilginizi çeken şey kullanılan görseller oluyor. Öyle ilginç yemek görsellerine rastlıyorsunuz ki, neyin ne olduğunu okuyayım derken bir de bakmışsınız 3 saat geçmiş bile. İlk sayfada rastladığınız Dragonfish Centerpiece isimli balık da bir yemek için sunumun ve görselliğin ne denli mühim olduğunu bize gösteriyor. 2. sırada oyuncak sushi görünümlü yiyeceklerin nasıl yapıldığına dair tarif veriliyor fakat ihtiyacımız olacak şeyler; blogun yabancı olmasından, ''Öğle yemeğinizde 132 gram  yabanmersiniyle 58 gram yoğurt ideal olacaktır. '' diyen diyetisyen misali , bulunması biraz zor şeyler oluyor. Ama verilen tarifleri yapamayacak olsak bile o görseller için bir göz atmaya değer (:
Bloglar arasında son olarak bahsedeceğim de http://afiyetbalseker.blogspot.com/. Bay Afiyet ve Bayan Bal Şeker ismiyle rastlayacağınız bu blog; daha çok gezip gördükleri yerlerdeki doğal, lezzetli, kaliteli yemek yapan mekanlardan bahsediyor. 10 sayfalık makale havasına girmeden oldukça akıcı ve dikkat çekici bir biçimde yeni yerleri anlatan bu blog her akşam evin 50 metre ilerisindeki cafeye, bara gitmekten sıkılmışlar için birebir (:
Bunların dışında yemekle ilgili göz atabileceğiniz bikaç site daha var ama aradığınız şeyi bulma olasılığınızın en yüksek olduğu yer http://www.gurmerehberi.com .Biraz daha Cordon Bleu havasında, yemek pişirmekten çok ne yapıp ne yediğini bilmen konusunda yardımcı, genel kültüre büyük katkısı olan oldukça yararlı bir site. Bence  (: Özellikle ''Yemek kültürü'' sekmesinin altındaki ''Bilinmeyen Tatlar'' bölümünün en çok ilgimi çeken yer olduğunu söyleyebilirim.
Yazılı basında da başvurabileceğiniz en iyi iki kaynak Gastronomi ve Food&Travel. Gastronomi; yazılı basın günden güne popülaritesini yitirirken; hedef kitlesine ilk elden ulaşan oldukça başarılı bir dergi. Food&Travel ise biraz daha gezip görelim konseptiyle biçimlenmiş yeni yerler yeni tatlar deneyelim fikrindeki insanlara hitap eden profesyonel olmasa da magazin dergisi okumaktan size daha çok şey katabilecek bir kaynak.
Kitap olarak benim için bir numaralı yemek kültürü kitabı belki de hocam olması sebebiyle Murat Belge'nin ''Tarih Boyunca Yemek Kültürü'' isimli kitabı. Tekrar tekrar okuduğum ve her defasında kaçırdığım bir şeyler olduğunu farkedip yeni bir şeyler yakaladığım 0 tarif %100 bilgi mantığında ilerleyen çok güzel bir kitap. Tabi ki popüler kültürün bize empoze ettiği Jamie Oliver tadındaki kitaplardan biraz daha farklı olduğunu kabul etmek gerekir.
Julie&Julia ise bu konuda izleyebileceğiniz ''bence'' en güzel film. Julia isimli bir aşçıdan esinlenerek kendi tariflerini yapıp blog yazmaya başlayan Julie isimli bir kadını anlatıyor. Hiç sıkılmadan izleyebileceğiniz ve bittikten sonra mutfağa gidip yemek ''yaratmaya'' kalkışacağınız, esin kaynağı olabilecek (!) bir film (:  İzlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
İşte böyle sevgili dostlarım kısaca bile olsa yemekle ilgili başvurabileceğiniz ve güzel vakit geçirebileceğiniz bikaç kaynaktan bahsetmeye çalıştım. Umarım işinize yarayacak bir şeyler söyleyebilmişimdir.
Afiyetle kalın... 
Ne yediğinizi öğrenmeyi unutmayın...
 

3 Ocak 2011 Pazartesi

Abla, gelirken fon kartonu almayı unutma .

Tamamen içimden gelenleri yazmak istedim bu sefer. Bilmiyorum bağlanır mı yemeğe ama umrumda değil. Şuan kulaklığımdaki müzik çok güzel. Regina Spektor- The Call. Bir de Hero var ki ... Etrafımdaki insanlar da öyle, bulunduğum yerden o kadar memnunum ki hayatımda ilk defa işten çıkmak için dakika saymıyorum. Burada mutluyum ben, herkes mutlu, çünkü çıkar olmadan da insanların sevilebileceğini öğrendim. Çıkar olmadan da sevilebildiğimi öğrendim desem daha doğru. Ve eğleniyorum burada, sürekli şarkı söyleyesim var bu aralar... Yürürken sesimin güzelliğine (!) rağmen bağıra bağıra şarkı söyleyebiliyorum. Kardeşimi seviyorum çünkü ona aşığım. Uyurken saatlerce onu izliyorum ve heyecanlanıyorum. Söz vermiştik birbirimize büyüyünce evlenmeyeceğiz kimseyle beraber yaşlanacağız diye. Beraber uyuyoruz. Beni sevdiğini o kadar derinden hissediyorum ki kardeşimin, sürekli sarılıp öpüyor mesela, bu öpmekten ve öpülmekten nefret eden birisi için çok özel bişiy. Sonra beni en kolay ağlatabilen düşünce; kardeşimin hayatımdan çıkması. Sabahları beni öperek uyandırıyor, böyle bir mutluluk var mı? Sonra sırdaşız. 10 yaşındaki biriyle sırdaş olmak mükemmel, dürüstçe söylüyor herşeyi. Beraber yaptığımız ödevlerim bile var. Heyecanlı ve hevesli. Beni hayata bu kadar bağlayan başka birşey olabilir mi diye düşünüyorum. Emir'e sarılıp ağlamak dünyanın en güzel şeyi . Çünkü o dünyanın en mükemmel çocuğu, sizi avutuyor. ''Abla nolur ağlama'' demesi bile daha fazla ağlamam için yeterli. Bu duyguyu biliyor musunuz?  Mutlu olmak çok mühim bişey, hayatımdaki herşeyden ve herkesten mutluyum. Okulumu, işimi, ailemi, sevgilimi herbişeyi seviyorum ama en çok kardeşimi seviyorum ve bu akşam benden profiterol istedi. O'na profiterol alacağım diye bile heyecanlanabiliyorum ...