16 Aralık 2010 Perşembe

Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül bir dost ister kahve bahane...

Selamlar efendim;
 İngilizceye kafayı takmış durumdayım. Anlıyorum ama konuşamıyorum klişesinin biraz ilerisinde sayılabilirim. Fakat bu iş pratik olmadan yani gidip bir yurt dışı görmeden olmuyor dostlarım, ben de en yakın arkadaşlarımdan biriyle gittim bir work and travel şirketine kayıt oldum. Fakat oraya gitmeden önce azcık kendimi alıştırmam lazım ki orada şappadanak kalmayayım. Ben de hemencecik yabancı arkadaşlar edinmeye karar verdim.
 Günlerden bir gün dersten çıktım, elimde gazetem şööyle sıcacık bi köşe arıyorum Santral'de. Çıktım So Cafe'nin üst katına, bir kız 3'er kişilik karşılıklı koltukta tek başına oturuyor. ''Oturabilir miyim?'' dedim. ''Sure'' dedi. Aha dedim Erasmus Öğrencisi (: Gittim karşısına oturdum. Dedim ki '' Türkçe öğrenmek ister misin?'' Bekliyorum ki ''Aa evet '' falan gibi bi cevap versin. ''Ben zaten Türkçe dersi alıyorum ki '' dedi. Bi an duraksadım, sonra ''Canım benim bu dil işi pratik yapmadan olmaz gel ben sana Türkçe pratikte yardımcı olim, sen de bana İngilizce pratikte'' , onun da kafasına yattı bu fikir, önce telefon numaralarımızı aldık sonra facebook'tan ekledik birbirimizi ve uzun uğraşlar sonucu ortak bi boş vakit bulup buluşabildik. Kız Hollanda'lardan buraya gelmiş gidip Burger King yenmez, ben de mantı tavsiye ettim ama pek aç olmadığımız için atıştırmalık gözleme yedik. Ardından dedim ki ''Hiç Türk Kahvesi denedin mi?'' ''Hayır'' diyince şaşırdım, ''Buraya gelip Türk Kahvesi denemeden gitmek olmaz'' dedim . Gittik Taksim'deki Ada Cafe'ye. Bilenleriniz vardır mutlaka, Tünel'e doğru inerken sağda kalan koskocaman bir restoran/cafe. Bir tarafı tamamen kitaplarla doldurulmuş süper bir yer. Gittik kahvemizi söyledik, dedim ''Hem fal bakmayı da denerim sana'' Baya ilgisini çekti. Başladık kahvelerimiz beklemeye.
   Geçtiğimiz yazılarda da söylediğim gibi baya uzun bir süre Starbucks'ta çalıştım. O yüzden kahveyle ilgili iyi kötü bir şeyler biliyorum. İlk kahveler hepimizin de bildiği gibi Yemen'den getirilmiş. Yemen'de kahve uzun zikir geceleri için uyarıcı olarak kullanılıyormuş. Sonra 1550'li yıllarda iki Suriyeli tüccar tarafından (Bu bir efsane, birçok farklı fikir var bununla ilgili) Osmanlı'ya gelen kahve, ilk kahvehanenin de açılmasıyla kültürümüzün önemli bir parçası olmaya ilk adımını atmış oluyor. Türkler tarafından göğüm  ve cezvelerde hazırlanarak yeni bir tat elde etmesiyle de Türk Kahvesi adını alıyoor. Demin bahsettiğim ilk kahvehane Tahtakale'de açıldıktan sonra hızla yayılmaya başlıyor.
    '' Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül bir dost ister kahve bahane'' lafı gerçeği yansıtsa da şöyle güzel bir muhabbetin yanında bol köpüklü bir Türk kahvesine kolay kolay hiçbirimizin hayır diyemeyeceğini biliriz. Ben de bu güzel geleneğimizi Hollanda'lı arkadaşım Iva'ya tattırdıktan  ve sallamasyon bir de fal bakıp tesadüfen doğru şeyler söyledikten sonra kalktık. Şimdiyse sırada aç bi şekilde annemin yanına gidip Iva'ya sarma ve mantı tattırmak var. Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır derler, biz de sevgili Erasmus arkadaşımla umuyoruz ki kırk yıl sürebilecek bir dostluğun ilk adımını atmışızdır.
Sevgiyle ve afiyetle kalın dostlarım (:

14 Aralık 2010 Salı

Cook with Passion

Yemeği bu kadar çok sevmem her zaman arkadaşlar ve aile arasında dalga konusu olmuştur (: Fakat benim asıl anlatmak istediğim , ben sadece yemek yemeyi değil, yemek yapmayı, yemek kültürünü öğrenmeyi, farklı lezzetler denemeyi, yemekle ilgili şeyler okumayı seviyorum. Ben gidip bir moda dergisi almaktan haz duymuyorum, Food&travel daha ilgi çekici geliyo bana ya da dans kursuna yazılmak istemiyorum, en büyük ideallerimden biri MSA diploması alabilmek. Ben bu okuldan mezun olduğumda yapacağım işin kıyısından köşesinden yemek denemekle, yemek öğrenmekle alakalı olmasını istiyorum. Murat Belge'nin kitabını okurken dünyayla ilişkim kesiliyor adeta. Her ne kadar ''Yemek yapmak kadınlara bırakılamayacak kadar mühim bir iştir'' dese de ben yine de gün gelicek ve onun fikrini değiştirebileceğime inanıyorum. Çok yemek değil kaliteli yemek önemli olan.
  İnsanlar aç, Afrika'da bir parça ekmek için mücadele eden insanları görüyoruz. Ya da açlıktan ölmek üzere olan çocuğun leşini bekleyen akbabayı çektikten sonra intihar eden fotoğrafçıyı. Bunları düşündükçe bir tarafımız içten içe, kimseye bahsedemediği bir vicdan azabı duyuyor elbet fakat eğer ki yapabileceğimiz bir şey varsa ve biz yapmıyorsak o zaman o vicdan azabını hak ediyoruz demektir.
 Herkes farklı bir şeyle mutlu olur. Bense en temel ihtiyaçlarımızdan birisinin en büyük mutluluğum olduğunu keşfettim. Bu konuda ne kadar farklı şey yaparsam ve ne kadar geliştirebilirsem kendimi o kadar zevk alacağım yaşamdan.Yiyin ama sadece yemekle kalmayın yediğinizi  keşfedin...
  Afiyetle kalın...

22 Kasım 2010 Pazartesi

Yemek yemek kadar güzel olan başka birşey varsa o da yemek yapmaktır .

 Selamlar efendim,
   Evet yemek yemek güzel yemek yapmak da öyle, tabii ki bu hergün için bir zorunluluğa dönüşmedikçe... Bazen ders çalışmaktan sıkılıp, mutfağa geçip dinlenmek için yemek yapmaya kalkıştığım olmuştur. Yine böyle günlerden birinde gittim markete aklımda hiçbirşey yokken, rafları karıştırırken soya soslu tavuk yapayım bakim nasıl olacak dedim. Soğan aldım, sarımsak, soya sosu, tavuk falan geldim eve,Soya sosu soya fasulyeleri kavrulmuş tahıl su ve tuzdan yapılmış fermante bir sosmuş ve genellikle Doğu ve Güneydoğu Asya mutfaklarında kullanılırmış. Zaten soya sosunun ana vatanı Çin mutfağı hepimizin tahmin edeceği gibi fakat bununla birlikte Batılılar da soya sosunu yaygın olarak kullanırlar. Ancak şöyle yanlış bir kanı var ki soya sosu adında soya olduğundan sanıldığı kadar sağlıklı değildir.Gerçek soya sosu tamari adı verilen ve hazırlanması oldukça zor olan bir sostur ki onu da Türkiye'de bulamıyoruz ne yazık ki..
  Neyse ben marketten aldığım ve yetinmek zorunda olduğum soya sosumun hevesiyle başladım soğanları doğramaya hüngür hüngür ağlıyorum bi yandan da, kardeşim geldi ''Abla noldu?'' diye annemin verdiği cevap ise akıllara zarar ''Bırak oğlum ağlasın rahatlar'' (: önce soğanları halka halka doğrayıp çok az zeytinyağıyla pişirdim ve evet resmen pembeleştirdim hatta kahverengileştirdim. Ardından tavukları julyen usülü doğrayıp tavaya boca ettim, ben soğan sevmem ama bu da soğansız yapılmazmış, neyse başladım pişirmeye . Ardından sarımsak rendeleyip koydum az bişey karabiber, çarliston biber falan derken sıra geldi soya sosunu eklemeye, neyse onu da halledip kapattım kapağını tavamın, buharıyla pişsin diye. Nasıl heycanlıyım anlatamam, sanki ilk defa yemek yapıyorum. Sofrayı bir güzel kurdum efendim kadehler en temiz örtüler falan. Sonra annemle oturduk masaya. Oo annemin övgüleri dillere destan, görende Cordon Bleu'ya kabul edildim sanacak. Herhaldebunu sık sık tekrarlayayım diye yaptı (: Canım benim <3 Ama yine de öyle güzel bir duygu ki senin elinden çıkan birşeyin iştah ve afiyetle yenilmesi, annemin neden bir ''Eline sağlık''a bu kadar çok takıldığını anladım. Siz de her masadan kalktığınızda annenize ''Eline sağlık'' demeyi unutmayın ve hatta mümkünse yemeğini bol bol övün. Ne kadar önemli birşey yaptığınızı daha sonra anlayacaksınız ...
 Afiyetle kalın

15 Kasım 2010 Pazartesi

Bir Grande Latte lütfen ..

      Son birbuçuk senemdeki her akşamımı geçirdiğim Starbucks Suadiye . Çalışmanın tadını keşfettiğim ilk yer, kahve sınavlarım, hedef tutturma çabalarımız, su savaşları ve mükemmel yiyecekleriyle kahveleri... Bu seferki yazımda da bahsedeceklerim bunlar olacak zaten. Öncelikle kahve uzmanlığı sınavından söz edeyim biraz, tüm yöresel kahveler, kahvenin işlenme süreci  kısaca kahveyle alakalı herşey üzerine bir sınava giriyoruz, o sınavdan 80 ve üzeri puan alırsak ''Kahve Uzmanı'' oluyoruz. Normalde bu sınava daha çok full time olup yükselmek isteyenler giriyor fakat ben de bi şansımı deneyeyim belki olurum dedim ve şans yüzüme güldü sınavdan 82 alarak ''Coffee Master'' oldum. Şimdi sor nerdeyse herşeyi unuttum (: Ama kesinlikle tavsiye edebileceğim iki yöresel kahve var ki, biraz tatlarına alışınca gerçekten aradaki farkı anlayıp bırakamayacaksınız. Verona ve Kenya (: Yoğun kahveyi seviyorsanız kesinlikle bayılırsınız. Ama kahveden çok asıl bahsetmek istediğim Starbucks'taki yiyecekler.
     İlk önce eğer ki karnınız Starbucks'ta doyurmak istiyorsanız seçmeniz gereken şeylerden biraz bahsedeyim. Mantara karşı bir antipatiniz yoktur umarım, çünkü eğer ki Fiesta denen o mükemmel sandviçi denemeden giderseniz kendinizi yaşamış saymayın. (abartmadığıma emin olabilirsiniz) Çavdarlı panini ekmeğinin arasında tavuk, mantar ve kaşar rendesi var, birazcık da baharat. Onu bir de ısıtıyorlar içindeki kaşar eriyor, eriyor eriyoor ben de eriyorum (: He bu arada ufak bir not fiestayı kibarlık yapıp çatal bıçakla yemeye kalkmayın, rezil olabilirsiniz ((: Kocaman bir sandviç zaten doymamanız imkansız ama eğer derseniz ki benim midem o kadar büyük değil biraz daha ufak birşeyler tavsiye et, sebzeli wrap (: Ben zaten tortilladan yapılmış herşeye bayıldığım için sebzeli wrap benim için bir fenomen !
  Şimdi gelgelelim tatlılara, aah ahh (: Kesinlikle Berliner en güzeli en özeli. Zaten bildiğimiz Alman donut olarak bilinen berliner gerçekten ilk işe girdiğimde abartısız her gün yediğim mükemmel ötesi bir tatlı, içinde nutellamsı bir çikolata , dışı donut hamuru, üzerinde de çikolatayla süsleme, nasıl canım çekti şuan (: Bir de Starbucks browni var ki akıllara zarar, birgün onu yemekten mide fesatı geçireceğim kesin, hem çok yağlı hem çok kalorili hem çok yoğun ama anlatılamaz bir şey hele de ısıtılınca... Şuana kadar yediğim en güzel browni diyebilirim kendisi için. Ama dikkat yaklaşık 550 kalori kadar (: Olur da Starbucks'a gittiğinizde diyette olursunuz falan en müsait tatlı Bella Vista, bu tatlı pek güzel ve yalnızca 254 kalorii (:
 bu arada içecekler için de küçük bir tavsiye sıcak çikolatanızı bir de ahududu şurubuyla deneyin derim ben, kesinlikle pişman olmayacaksınız..
  Bu ayın sonunda çıkıyorum sevgili işyerimden, artık gidersem ayda yılda bir müşteri olarak giderim en fazla ama orada geçirdiğim iyi kötü birbuçuk senemi ve yiyeceklerini asla unutmayacağım..
  Sevgiyle ve lezzetle kalın dostlarım

24 Ekim 2010 Pazar

İnsanın başına ne gelirse, fazla meraktan gelirmiş .

 Paella'yla ilgili yazımda bahsetmiştim deniz ürünlerine karşı olan hassasiyetimi... Fakat ben, yeni şeyler denemeye olan merakımdan ölecek olan ben, dedim ki ''Yani bunları yemekten kimse ölmedi, ben de yiyeceğim. '' İzmir'den en yakın arkadaşlarımdan biri geldi, O'nu ne zamandır götürmek istediğim bir yer vardı, sonunda kısmet oldu gittik oraya. Geçen seferlerde gittiğimizde hep heveslendiğim ama sonra cesaret edip de yiyemediğim ''Deniz ürünleri salatası ve makarnası''  çarptı gözüme yine menüde. Dedim Gülru'ya ''Hadi yiyelim. '' Gülru böyle şeylere pek meraklı, dediğime dünden razı ''Tamam'' dedi. Pek hevesliydim aslında fakat deli gibi aç olduğumdan korkuyodum da yani ''Ya beğenmezsem '' diye. Neyse siparişi verdik, geldi makarnalar. Kalamar, somon, karides, yengeç... Ben ki annemin hamsi tavalarıyla büyümüş, midye dolmayı bile 18 yaşında anca keşfedebilmiş olan insan, garipsedim başta önümdeki ilginç hayvanlarla dolu tabağı. Neyse başladık yemeye. Kötü değildi fakat çok güzel olduğunu da söyleyemeyeceğim, hele aç bir mideye hiç de iyi gitmiyor. Üç çatal aldım, dört çatal aldım dedim daha fazla yiyemeyeceğim ben bunu, zaten kremalı olduğu için pek bi ağır, midem altüst oldu yeminle.. Ee kaldım aç, naapıcam?! Bir de ilaç içmem gerekiyo ki saati bile geçmiş baya. Dedim ''Arkadaşlar siz azcık oturun, ben doğru düzgün birşeyler yiyip hemen gelicem'' , gittim mis gibi Kızılkayalar'da ıslak hamburgerlerimi yedim, ilacımı da içtim, rahata erdim. Yeni şeyler denemekten vazgeçecek miyim? Hayır tabii ki, o kadar şey denedim arada bir bu fiyasko çıktı (ki Gülru makarnaya bayıldı <3). Fakat bundan sonra sanırım deniz ürünleriyle olan tek alakam midye dolma yarışları, ton balıkları ve annemin hamsi tavaları olacak...

  Sevgiler

16 Ekim 2010 Cumartesi

Rakı Balık Ayvalık

 Aslında bu sefer bahsedeceğim şey yanızca rakı balık olacaktı fakat  hem Cunda'da gittiğim her hediyelik eşya satan yerin kendisini Rakı Balık Ayvalık konseptine adamış olması hem de yanına Ayvalık koymayınca sanki rakı balık öksüz oluyormuş gibi düşündüğümden başlığıma bunu da eklemek istedim.
  Benim hayatıma ilk giren içkidir rakı. Babam pek severdi, çocukluğun meraklı bakışlarıyla babamın rakı içişini izlerdim her defasında. Bir akşam babam gitti mutfaktan bir çay bardağı aldı, az bir şey rakı, üstüne de onun iki katı kadar su koydu. Al dedi tadına bak. Tamam, yabancılardan şeker almayacağım diye çok öğütlemişlerdi beni ama babamdan içki içmeyeceğim konusunda kimsenin tek bir lafı olmamıştı, ona rağmen babamın elinden o çay bardağını alırken sanki bir yabancıdan şeker alıyormuşum gibi hissettim kendimi. Hayatımın ilk içkisinin ilk yudumu... İçki sevmemek iyi çocuk olmaktı, ben de ''Iyy'' yapmıştım ilk yudumu aldığımda, sevip sevmediğime karar veremeyecek kadar küçüktüm henüz. Ondan sonra rakıyla olan tek bağlantımız babamın rakısının yanına beyaz peynir, kavun ya da annemin hazırladığı mezeleri tabağa koyup getirmekti. O kadar.Ne tam sevmiştim ne de nefret edebilmiştim.
   Hep merak etmiştim neden su eklerdi babam bu içkiye, sek içen neden bu kadar az diye, geçenlerde öğrendim onu da, rakının su katılıp içileceğini ve tam tersini savunan 2 taraf var, ikisi de rakı içme geleneğinin böyle olduğunu söylüyor. Tam olarak hangisinin doğru olduğunu bilemeyeceğim ama Murat Belge'nin de söylediği gibi '' Rakı kişilikli bir içkidir'' O yüzden ben böyle seviyorum diye su katıp içenler (veya tam tersi) rakının anlamını tam olarak anlayamamış olanlardır. Yine rakı bardağı diye bildiğimiz o uzun ince bardaklar aslında kültürümüzdeki değişimin bir parçası. Asıl rakı bardakları, ayak kısmı kısa ve oldukça ince bir gövdesi olan kadehlerdi fakat rakıya buz atma geleneğiyle birlikte bu bardaklarda değişerek bildiğimiz ''Rakı bardağı''na geçildi. Ben de hep ''Rakı Bardağına'' doldurdum babamın rakılarını.
  Çok anısı vardır ben de rakı balığın. Hele yaz akşamları, babam azcık çakırkeyif olmayagörsün. Üç saat dört saat hiç konuşmadan (Ya da en fazla bikaç cümle ederek) babamı dinlediğimi bilirim. Mantıksız konuşmazdı hiç rakıyla haşır neşir olduğunda, şuan bile işime çok yarayan şeyler söylemiştir zamanında. İnsan büyüdükçe duygusuzlaşıyor diye düşünürdüm. Bu bile bir istisna aslında, özlüyorum babamın bana rakı sofrasında anlattıklarını, sabahlamalarımızı.. Tabii değiştiremiyor tabakta kızarmış yatan balık benim babamla olan ilişkimi, bu yüzden bir masada rakı balığı bir arada görüp hele de dertleşen bir baba-kız rastlarsam hep kafamı çeviririm. Su koydukça beyazlayan rakı gibi benim suratımda bembeyaz kesilir ve yoluma devam ederim ...

7 Ekim 2010 Perşembe

Çift kişilik Paella

 İlk olarak Haşmet Babaoğlu'nun bir kitabında duymuştum bu yemeğin ismini. Pek duygusal anlatmıştı, yemeğin
iki kişilik hazırlanmasından dem vurarak yalnızlığa değinmişti de pek içime dokunmuştu açıkçası. Ondan sonra merak ettim, dedim bi bakayım neyin nesiymiş bu Paella? İspanyollara özgü safranla renklendirilmiş bir pilav denilebilir aslında. ''Denizden babam çıksa yerim.'' mantığındaki insanlar için biçilmiş kaftan çünkü İspanyollar ''Ne kadar kalabalık olursak o kadar güleriz'' fikrine dayanıp ''Ne kadar fazla malzeme olursa o kadar lezzetli olur'' deyip ne buldularsa katmışlar denizden. Ahtapot, kalamar, karides, midye, sert etli balıklar, tavuk,mantar, renkli biber, domates ohoo.. Asıl olarak Valencia'ya ait olan, ismini de pişirildiği çift kulplu tencereden alan bu yemeğin ilginç bir özelliği de tek başına yenemiyor olması. Paella yalnızca çift kişilik hazırlanabiliyormuş.Çok ilginç valla. Yalnızlık zor zanaat, ağzının tadıyla bir Paella bile yiyemiyorsun demek. Koluna takıp birini gidip bir denemek lazım aslında... Ama öylesine birini değil, Paella tutkunun yemeği diye anılırmış sonuçta. Yapılan yorumlarda oldukça lezzetli olduğu yazsa da ve ben de  her ne kadar yeni şeyler denemeye açık olsam da deniz ürünlerine karşı biraz hassasım. Bu yüzden bunun bilgisi benden yemesi sizden olsun (: Eh gidip denerseniz beni de bir haberdar edin, belki o zamana kadar deniz ürünlerine karşı cesaretimi toplamış olurum (:

3 Ekim 2010 Pazar

Tam da Üstüne Geldi !




Geçtiğimiz 4 gün boyunca Eskişehir'deydim. Bilindiği üzere yemek yemeyi pek seven biri olduğum için Eskişehir'in bütün nimetlerinden yararlandım (: Tantuniler, çiğbörekler, Donas dürümleri, köfteler ve daha birsürü şey . Ama bütün bunların arasında size özel olarak aktarmak istediğim bir yer var ki burayı denedikten sonra kendimi hazine bulmuş gibi hissettim; Köfteci Ahmet (: Eskişehir'in turistik mekanlarından Oduncular Pazarı'nın kuytu köşesinde kalan küçücük bir mekan burası. Köftesi dillere destan, ben de zaten bir arkadaşın önerisiyle gittim denedim. Hayatımda bu kadar güzel bir köfte yediğimi hatırlamıyorum. Yapılışı iskenderle benzer, tabağın alt tarafına küçük küçük dilimlenmiş pideleri dizmişler üstüne domates sos gezdirip yoğurt dökmüşler fakat iskenderdeki gibi kenara değil bütün tabağa yayılacak şekilde, onun üstüne tekrar domates sos gezdirip enfes köfteleri bir bir yerleştirmişler. Kızgın tereyağı da döktükten sonra bir kenara domatesler diğer kenara yeşil salata koyup servis ettiler. Görünüşü zaten güzel fakat tadına baktıktan sonra hani aşık olduğunuzda böyle kalbiniz sebepsiz yere birden hızlanır ya aynen öyle oldu. Ciddiyim yani, baya baya heyecanlandım (: Tabaktaki son pideye kadar büyük bir tutkuyla yedim tabağımdakileri, sonra tabii ki bu bloğu düşünüp aşağı indim belki bikaç birşey koparabilirim diye. Yapılışı baya bir basit ama o köftelerin sırrını bir türlü söylemedi Ahmet amca. Ben de kabullenip boynumu eğdim. Hesabı ödeyip( Ki fiyatlar da oldukça uygun) tam çıkmaya hazırlanırken Ahmet amca ''İstersen fotoğraf çekebilirsin ama'' dedi (: Benim canıma minnet, hemen birkaç fotoğraf çektim, buraya fotoğraf yüklemeyi öğrendiğim an onları sizinle paylaşacağım. Fırsat bulup bir gün Eskişehir'e giderseniz Köfteci Ahmet'e bir uğrayın derim ben, valla gelip teşekkür edersiniz (: Şimdilik hoşçakalın, daha lezzetli bir blogla en yakın zamanda bir daha yazacağım. Unutmayın yemek candır (:

Biraz fazla seviyorum sanırım (:

Şu hayatta beni yemek yemek kadar mutlu eden başka bir şeyi zor bulurum herhalde. Senelerdir bıkmadan usanmadan hala aynı tadı alabildiğim yiyecekler, en mutsuz anımda beni güldürmeyi başarabilen çeşit çeşit çikolatalar, annemin mükemmel köfteleri, sarmaları, mantıları yemenin benim için bir tutku olduğunu gösterdi. Evet bunu rahatlıkla söyleyebildiğim zaman insanlar acayip karşılıyorlar fakat gündelik hayatta beni yemek yemek kadar mutlu eden başka hiçbir şey yok. Sadece acıktığım için yemek yediğim çok nadir zamanlar vardır. Üstüne bir de son zamanlarda keşfettiğim yemenin dışında yapmanın da büyük bir zevk olması bu olguya beni iyice bağladı (: E dedim madem yiyoruz ne yediğimizi de bilelim nereden çıkıp gelmiş öğrenelim , gittim yemek kültürüyle ilgili kocaman bir kitap aldım. Şimdilerde hem yapıyorum hem yiyorum hem de öğreniyorum , umarım sizin de ilginizi çekecek bir şeyler paylaşabilirim (: